Denizin Üstünde Yürümek

<p class="MsoNormal"><span style="font-size: 10.5pt; line-height: 115%; font-family: Roboto; background-image: initial; background-position: initial; background-size: initial; background-repeat: initial; background-attachment: initial; background-origin: initial; background-clip: initial;">Eski zamanlardan bir deyim
vardır “Dağda peygamber olmak kolaydır” diye. Eğer seni aşağıya çeken kişiler,
olaylar olmazsa manevi yolda ilerlemek çok kolaydır. Sakin, sabırlı, bilge,
sevgi dolu, yardım sever ve daha birçok erdemliğe kavuşmuş gibi görünürsün. Ama
sadece görünürsün. Bütün gün mağaraya, evine vs. kapanıp okursun veya vaaz
verirsin, meditasyon yaparsın bolca Işık çekmek için veya zaten dolu olan
zihnini boşaltmak için. İnsan kendi iç sesini dinlemesin demiyorum, buna büyük
ölçüde ihtiyaç var fakat optimal ölçüde yapılmalı hepsi. Tarih, kendini
Yaradan’ı bulmaya, kendini ıslah etmeye ve bedeninin tüm arzularını aşmaya tüm
hayatını adamış, inzivaya çekilmiş sözde “bilgelerle” dolu. Merak ediyorum bu
kişiler madem bu kadar içlerine dönüp bir şeyler keşfetmek için uğraş
veriyorlar da hiç şu soruyu kendilerine sormayı akıl etmemişler mi? “Madem tüm
dünyevi şeylerden ve insanlardan elimi eteğimi çekmem gerekiyor, Tanrım beni
niye bu dünyaya attın?” “Benim sınavlarım neler?” “Bir odaya kapanıp okumakla
bilginin dışında ne edindim?” “Seni bu oda da edinebildim mi?”</span><span style="font-family:Roboto"><o:p></o:p></span></p>

Eski zamanlardan bir deyim vardır “Dağda peygamber olmak kolaydır” diye. Eğer seni aşağıya çeken kişiler, olaylar olmazsa manevi yolda ilerlemek çok kolaydır. Sakin, sabırlı, bilge, sevgi dolu, yardım sever ve daha birçok erdemliğe kavuşmuş gibi görünürsün. Ama sadece görünürsün. Bütün gün mağaraya, evine vs. kapanıp okursun veya vaaz verirsin, meditasyon yaparsın bolca Işık çekmek için veya zaten dolu olan zihnini boşaltmak için. İnsan kendi iç sesini dinlemesin demiyorum, buna büyük ölçüde ihtiyaç var fakat optimal ölçüde yapılmalı hepsi. Tarih, kendini Yaradan’ı bulmaya, kendini ıslah etmeye ve bedeninin tüm arzularını aşmaya tüm hayatını adamış, inzivaya çekilmiş sözde “bilgelerle” dolu. Merak ediyorum bu kişiler madem bu kadar içlerine dönüp bir şeyler keşfetmek için uğraş veriyorlar da hiç şu soruyu kendilerine sormayı akıl etmemişler mi? “Madem tüm dünyevi şeylerden ve insanlardan elimi eteğimi çekmem gerekiyor, Tanrım beni niye bu dünyaya attın?” “Benim sınavlarım neler?” “Bir odaya kapanıp okumakla bilginin dışında ne edindim?” “Seni bu oda da edinebildim mi?”

 Kendini yalnız bırakarak kitaplardan sevmeyi, affetmeyi, merhameti, empatiyi, sabrı, güveni, paylaşmayı ve daha birçok erdemi edinmiş bir adam var mıdır? Eğer öyleyse yaşamda verilen sınavlara, uğruna çekilen sıkıntılara ne gerek vardı? Hayattan, yaşamaktan kaçan biri acılardan, insanlardan, tüm ızdıraplardan kaçmış olur. Yaradan’ın ona bu dünyada bizler için yarattığı her şeyi ve herkesi kullanarak sunduğu tüm sınavları reddederek yaşar. Sonunda da hiçbir şey edinemeden, fakat kafasını yaşamın içinde uygulayamadığı boş bilgilerle doldurarak kendini bilge biri sanan bir kibirle birlikte ölür gider, bir başka bahara, kaldığı yerden tekrar başlamak üzere… Adam yolunda han kuran bir yolcu olarak kalabilmeli. Bu dünyaya ve tüm insanlığa bütün iyilikleri, güzellikleri vermeye gayret etmeli. Hayatı tüm renkleriyle yaşayarak, insanlardan, ıztıraplardan, sınavlardan kaçmadan aynı zamanda onu yolundan alıkoyan bağlılıklara da dikkat ederek ilerlemeli. Sevgi bağlılık değildir. Bu ikisi birbirine karıştırılmamalı. Tam tersi, bağlılık sevgiyi kısıtlar, tüm bağımlılıkların üstünde olan bir sevgi en güçlü Işıktır ve yağmurun bitkileri beslediği gibi bizi büyütmek, beslemek için üzerimize yağar. Sevgi özgürlüktür ve tarafsızlıktır, nötr olabilmektir. Bu ikisi ruhumuzun uçabilmesini sağlayan iki kanat olacaktır. Tüm koşulların üstüne çıkmamızın tek koşulu bakış açımızı değiştirmektir. Değiştirme gücümüz yalnızca kendi üzerimizdedir ve kişi kendinde değişimi başardığı anda tüm dünyası değişir. Bu değişim de pratikte davranışlarımızın değişimi ile gerçekleşir. Aslında düşünce yapımız  avranışlarımıza etki eder, davranışlarımız da düşünce yapımıza. Bu binevi bilinçli bir şekilde bilinçaltımıza etki etmek demektir. “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” koşuluyla burada bilinçli bir şekilde olmak istediğimiz hale bürünürüz ve başlangıçta rol dahi yapsak, bu davranış şeklimize uygun olarak bakış açımız ve karakterimizi şekillendiririz ve bu tamamıyla bizim kontrolümüz altında olur. Sonrasında rol olarak başladığımız davranışlar üzerimize oturmaya başlar, bunları edinmeye başlarız ve bir alışkanlık haline gelir. Bu alışkanlıklar artık farkında olmadan bize aittir ve ikinci doğamız haline gelir. Çocukluğumuzdan beri süregelen toplumun, ailemizin ve bulunduğumuz tüm çevrenin bizden beklentileriyle farkında olmadan oluşturduğumuz davranış şekillerimiz, inançlarımız, karakterimiz, alışkanlıklarımız artık bizim kontrolü ele geçirmemizle birlikte yeniden oluşmaya başlar. Böylece değişen bakış açımızla birlikte dünyamız da değişir. Tabii bu sefer dümen bizim elimizdedir. Tek bakış açısıyla değiştirebileceğin yaşamın cehennemden cennete, ızdıraptan neşeye dönüşebilir. Burada her şeye katlanmak adına sabırdan bahsetmiyorum. Burada, kişinin kendini o anki acı ve zorluğundan sadece başka bir pencereden bakarak nasıl kurtarabileceğinden bahsediyorum. Böylece artık ona hiçbir şey sıkıntı ve acı veremez, problem diye bir şey kalmaz hayatında. Bunu yapamayan bir insan hayat denizinin dalgalarında defalarca kez su yuttuktan sonra boğulur gider. Hayat oyununu iyi öğrenmiş, darbelere karşı darbeyle cevap vermeyi başarmış kişi ise iyi bir yüzücü olabilir. Bu kişi çok hassas olmamayı öğrenmiştir, vurdumduymazdır. Hayatın darbelerini fazla umursamaz, nasıl olsa karşı darbeyle dönecektir… Bir de denizin üstünde yürüyebilenler vardır. Bunlar hayatı acısıyla tatlısıyla ayaklarının altına almış, tüm bunların üstüne çıkmayı başarmış adamlardır. Bilgelik ve sevgiyi edinmiş bir adamın iki önemli görevinden biri doğamıza ait sevgiyi artırmak ve yaymaktır, diğeri de arzuyu o kadar kuvvetlendirmektir ki böylece kalp kolayca hasar almasın, egomuz bizi ele geçirmesin. Bunun sırrı yaşamda dengeyi oturtabilmekten geçer. O yüzden kişi hem sevgi dolu, nazik hem de güçlü, çelik gibi olabilmeli hayatta.